24 Aralık 2008 Çarşamba

Mıhlama

Nasıl güzel bir şeydir öyle, tez öğrenilecek, yapılacak, yenilecek. Nerde benim koleti peynirim...

11 Aralık 2008 Perşembe

NOT DEFTERİ

Şu filmlere yorum yapılacak:
Blindness
Üç Maymun
Elizabeth 1
Vali
Vanity Fair
Burn After Reading
Hell Boy 2
[*Rec]
Definitely, Maybe
Pineapple Express
Stuck
Monthy Phyton
JCVD
Shrek the Halls
Wall E
Hancock
The Mist
Cloverfield

Şu dizilere yorum yapılacak:
Heroes
House
Greys Anatomy

Birikmiş baya,...

5 Aralık 2008 Cuma

Kafası kızarsa kalkıp eve gelen köpek


Kendi kurallarını kendi koyan, kendi karralarını kendi alan köpektir.
Eve sağ sağlim varabilecek kadar zeki, becerikli ve şanslı olsa da, eninde sonunda köpektir, an gelir acaip şeyler yapabilir:

BİR SÜRÜ FİLM

Yollardaydım, dertlerdeydim, aklım başımda değildi ama, nasılsa; güzel, iyi, kötü, rezil bir sürü film izleyecek vaktim oldu.




Hepsini tek tek yazmak isterdim de artık geçmiş olsun, hatırladığım kadarıyla yıldızlayayım:



Sonunda Mustafa hakkında koparılan kıyamete ben de iştirak ediyorum, ya bismilllah:
Yer yer ağlatan ( salonda bir tek ben ağladım, hatta beraber gittiğim diğer üç izleyici 2. yarıda uyudular. Tamamen benim ruhsal halimle alakalı bir durumdu sanırım) bir power point sunumu.



Araştırması filan tamam ama, yapımda niyeyse masraftan kaçınılmamış. Acaip, sevimsiz cümleler beni de tırmaladı ama, ne ATATÜRK hakkında fikrimi değiştirdi, ne de kopan kıyamete hak verebildim. Bunların niyesini sorgulamadan film hakkında son sözüme geleyim: yetersizdi, eksikti, kötüydü, yakışmamıştı, o kadar.





Hah işte, alın size, bir "bu kadar güzel fikir, böyle rezil edilir" filmi daha. Dalga dalga piyasa bu filmler yüzünden zaten.

Ucuzdu.Başroldeki kızımıza nasıl oyuncu(hem de ödüllü mödüllü) denebiliyor diye, sayın Gani Müjde'ye niye her projesinde eşine torpil geçiyor diye sorasım, verdiğimiz bilet ve sıkıntıdan 2şer kutu yediğimiz mısırın parasını geri isteyesim var da,

Hiç yorulmayayım:


Olmamış, otur, 1




Çağan Irmak'ı türlü sebeplerden seviyoruz ya, yıllar sonra ilk Türk romantik komedisinden dramı diye izledik. Klişelerini bile bağrımıza bastık, gözümüze sokulan parmakları "ay ne cici" diye benimsedik, havada diyalogları "ay ne zeki" diye sahiplendik.. Ama yani o, söylemeden durulmaz; Cemal Ünal kardeşimiz oynamamış. Oynamak istemiş gerçi, ama olmamış ki. Karakterine de bir lafım var, bu ne enerji kardeşim, çalışıp yorulmuyor musun, yani. Neyse, bu filme türlü sebepten torpil geçip 3,5 yıldız verdim.

KOCA BİR YAZ...KOCA BİR SONBAHAR

Çok uzun zamandır varmadı elim buraya.

Yollardaydım.

Korkunç bir teşhisin peşine düştüm önce. Teşhis yanlış olsa da, altından hiç bilmediğim bir sıkıntı çıktı. Çok korktum o sürede. Haddimizi bilerek, bedava yaşamışız bu güne kadar.

İş yüzünden yollara düştüm sonra, ara ara ama uzun mesailerle. Yorulmadım diyemem.

Anneannem yüzünden yola düştüğümde, geç kalmıştım. Nasılsa aldığım kararla annemi de geç bırakmıştım. Anneannemin sızısını, çok tanıyorum sanıp da hiç tanımamışlığın acısını, ömür boyu sürecek bir vicdan azabını hediye etti bana Ekim. Beyaz sabun kokusunda, affetsin beni diledim. Başka başka korkularla yanında olmayışımı, belki haksızlığımı affetsin. Ne olur affetsin.

Ardından tekrar iş için yollara düştüm.

Sonunda eve döndüm, henüz pek farkında olmasam da. Üstelik döner dönmez de, Akbulut siyah bir taç taktı bana.

Her şeye rağmen, dünya, kriz, dertler bir yana, gece yatağa uzanınca şükretmem gereken günlerindeyim hayatımın.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Ne gündü be!

dolu dolu bir gündü. özlemişim.

28 Haziran 2008 Cumartesi

The Ruins

Kitabını okumadığım filmleri kitaptan evvel izlememek gibi bir prensibim vardı. Ama öyle zor ki artık bu sektöre yetişmek, biraz bu sebeple, biraz da alelade korku gerilim filmi olduğuna dair haklı sezimle, Scott Smith e ait romanını okumadan izledim. Pişmanım; tam otobüs yolculuğu romanıymış. Filmde eksik kalmış anlatımlar kesinlikle romanında varmış gibi geldi.
Ucuz, özensiz, sıradan olabilir ama öyküyü, hatta sonundaki alışıldık kısır döngüsünü bile sevdim. "durup durup Gremlinleri izlediğimiz günler"i hatırlatan bir "video kaset kiralayalım" filmi.
Bazen sevdiğine sebep/mazeret bulamazsın ya tıpkı onun gibi. Ama kesinlikle tekrar izlenmez.

In Bruges


Dantel gibi işlenmiş bir komedi dram(böyle sınıflandırıldığından mecburen diyorum bunu, bana kalırsa saf dram çünkü).
Uzun zamandır böyle güzel görüntülerle süslü, incelikli, narin kırılgan ruha dokunan, enteresan bir film izlemedim. Minik komedi unsurları ve aksiyon sahneler var bütüne güzellik katan.
Ayrıca, ben Belçika Turizm bakanının, Bruges belediyesinin yerinde olsam, gururdan mutluluktan tavana çarpmıştım başımı. Zira bir şehir, ancak bu kadar şairane kılınabilir.

Recep İvedik

Fragmanlarında düştüğümüz dehşet nedeniyle, sinemada gitmeyi reddettiğimiz filmdi/de gişe başarısından merakla ben izleyelim diye tutturunca evde izledik. Şahan Gökbakar'ı sevmemizin nedeni olan "agresif kompleksli, ekşisözlük yazarı, hayvan ara da karşımıza çıkan Recep İvedik" sadece ilk iki parodisinde güldürmüş bizi katıla katıla. Filmde ise bir iki gülümseme kapabildi, o kadar. Demek ki; ya biz yaşlandık, ya Recep'in komik anları skeçle sınırlı. Hayatının geri kalanı hiç mi hiç heyecanlandırmadı.
İnsanın yaptığı işi içine sindirmesi lazım derim ya hep, bir röportaj okumuştum bu film taze iken, Şahan Gökbakar "..yıllar sonra dönüp bakınca pişman olmayacağım bir iş çıkardık.." demişti.
Emin değilim.

25 Haziran 2008 Almanya Türkiye

Ömrümüzde ilk kez, ilk golu biz atınca, hem de ilk yarıda atınca korktuğumuz milli maçtır.
Mucizenin alışkanlık yapabileceğini öğrendiğimiz, ilk 3 mucizeden alışkanlıkla mucize beklediğimiz maçtır.
İlk üç mucizenin hevesi ile yurdun dört bir yanında dev ekranlarda ful-aksesuar izleyip de bitince sessizce dağıldığımız maçtır.
Kendi silahımızla vurulduğumuza yandığımız, be olsun; yenildiğimiz ama ezilmediğimiz maçtır.
Sayın Fatih Terim'in son dakika aksiyonuna alıştık diye belki, soyunma odasında istifa ederek, rol çalmasına kızdığımız maçtır. (istifası değil sıkıntı, yani sırası mıydı?)
Sayın Rıdvan Dilmen'in ardından, "Bitti bu iş oldu, ekolümüz var, hücum yaparak savunmayı sahalara geri getiyoruz, hep hatırlanacak/hep konuşulacağız" heyecanlarına ortak olduğumuz maçtır.
Deli gibi zevkle izlediğimiz, oynadığımız maçtır. Daha ne olsun?
Darısı Dünya Kupasına...

23 Haziran 2008 Pazartesi

EURO 2008

"Turnuva boyunca toplam 414 dakika futbol oynamış olan Türkiye, bu sürenin sadece 9 dakikasında önde olduğu halde şu an yarı finaldeymiş."

Budur.

20 Haziran 2008 Cuma

20 Haziran 2008 Hırvatistan Türkiye Maçı

rdüğüm en güzel "gol sonrası sus işareti", Euro 2008 in en güzel kurtarışı, izlediğim en güzel geridönüş(comeback win) maçı .







http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=20+haziran+2008+hirvatistan+turkiye+maci%2F%40arcadia


10 Haziran 2008 Salı

9 Haziran 2008 Hollanda İtalya Maci

"İyi ki izledim" dediğim maçtır.

Maç esnasında tahminim uzun süre idare edecek kadar jenerik görüntüsü ortaya çıkmıştır. O ikinci gol "3 pasta nasıl gole ulaşılır?" konusunda ders olarak izletilmelidir. Bir de tepe kamerası ile çekilen bir sıra İtalyan fubolcunun diğer sıradaki Hollandalı futbolcunun önüne eş zamanlı geçişinin görüntüsünü ise tekrar tekrar izlemek isterdim.
İtalyanlar en az bir gol atmayı hakedecek kadar direndiler, canlarını dişlerine taktılar, isterdim bir gol atmalarını ya neyse.

Futbolun eskisi gibi izlenebilir olduğu, sadece futbol olmadığı düzen içerisinde yitip bitmediği konusunda umutlandım.

Sus Deyince Havlamayı Kesen Köpek

Var öyle bir köpek. Adı Venüs.
Evet, Venüs bu gece itibariyle söz dinleme standartlarına bir yenisini daha kattı: "şşşşşşt sus gürültü yapıyorsun, hayır" deyince gece yarısı ormandaki bungangalara havlama ritüeline mucizevi bir şekilde son verdi. Havlayarak azdırdığı mahallenin diğer köpeğiyle beraber sustular.
Nazar değmesin de şu huzura devam edelim diye lafı kısa kesiyorum.

9 Haziran 2008 Pazartesi

7 Haziran 2008 Türkiye Portekiz Maçı

Ablamın yaşgünüydü, annemler İzmir'e döndü, A Milli Futbol takımımız Portekiz karşısında çıktığı 2008 Avrupa şampiyonası ilk maçında, ezile ezile mağlup oldu.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=7+haziran+2008+turkiye+portekiz+maci%2F%40arcadia

yıldızlar

Geçmiş zaman
Anımsanıyorsa, şimdidir;
Koparılıp atılır ya da
Bir yaprak gibi bir defterden

Koparılıp atılan
Çırpınan bir yürek olabilir,
Ya da bir yaz gecesi,
Yıldızları can çekişen..

ATAOL BEHRAMOĞLU

4 Haziran 2008 Çarşamba

İğne Deliği

Sabahleyin telefonumun çalmasıyla uyandık. Karşımda benim uykulu "Aloaaaooo"mdan afallamış bir kadın:
-Siz kimsiniz hanfendi?
-Sieeeğz kimi aramıştınız?
-Sinanaramıştım?!
-Yanlış oldu sanırım.
-Hanfendi yanlış filan olamaz Sinan benim kocam
-Belki yanlış çevirdiniz.
-Hayır, bu onun benim telefonuma kayıtlı numarası
Haydaaa
Bir yanlışlık olduğu muhakkak da, onu afyonum patlamamış şekilde çözemiyorum:
- Valla bilemiyorum ben, bu telefon benim Sinan diye birisini de tanımıyorum. İyi günler.
Ama yok bitmedi. Tekrar aradı aynı numara, bir hata yüzünden aile faciası olmasın diye daha derli toplu konuşmaya çalıştım. "Verin bakalım numaranızı bir de ordan arayayım" dedi. Aradı. Hangi şehirde olduğumu sordu. "Muğla" dedim. Karşımda ki ses bir dondu/yıkıldı ki, "benim eşim de Marmariste..." Önce hiç alakamız olmadığını, başka bir şehirde olduğumu ispat etmeye çalıştım, ama karşımdakizmış eş sürekli eşi ile dün gece bu numaradan konuştuğunu, bir yönlendirme varsa ancak alakamız olacağını ima edip duruyordu. Bu kez masum olduğuma ikna çabaları başladı. Bir hata var ise ( "ise" yi cümle içinde kullanırken deli gibi vurgu veriyor)özür diliyor, yapacak bir şey olmadığından kapatıyor, ardından acaba yanlış mı diye bir de ev telefonundan arıyor ki, aynı kod numarasından geçen hafta da arandığımı hatırlıyorum. Bir ara mecbur kalıp hiç tanımadığı bir adamın avukatlığını yaptığımı, hiç tanımadığım bir kadının yüreğine su serpmeye çalıştığımı bile farkettim. "hani arkadaşını, işyerini filan arasanız" Efendim eşi pazarcıymış, başka ulaşacağı bir numara yokmuş, iyice sarpa sardı iş. Son aramasında Akbulut açtı, kadının imalarına sabretmeye çalışarak, bu numaranın eşine ait olduğunu, bir yanlışlık olduğunu, eşinin numarasını verir ise servis sağlayıcıyı arayıp bildirebileceğini söyledi, ama vermek istemedi niyeyse numarayı kadın.
Konu ile ilgili sabrımın sebebi, kadının yerine kendimi koymuş olmam. Ama o kadar net konuştuğum halde paranoya ediyor olması bir yana, sözkonusu kadın Manisa'da iken kocanın Marmaris'te benim Göcek'te olmamın yarattığı tesadüf ve sabah sabah bir sürü dil dökmek yormuş ki beni, arada "vallahi kocanızı tanımıyorum" derken dayanamayıp gülmüşüm . Akbulut söyledi.
O gidince Telsimi aradım benim bir şey yapamayacağımı, bir yönlendirme var ise yapanın iptal etmesi/ettirmesi gerektiğini söylediler. Kadını ilk kez aradım ve izah ettim. Bir türlü ikna olmuyordu. İsterse aramaya devam etmesini o çalarsa benim açmayacağımı, ta ki eşi açana kadar arayabileceğini söyledim. Eski iki aramanın tarihlerini ve nolarını telefonumdan buldum numaraları verdim, birisi kadının dükkanınınn telefonuymuş, böyle ipucu bulmuş dedektif gibi iyice şüphelenmeye başlayınca, artık mevzu ile çözülene kadar ilgilenmemeye karar verdim.
Ama Akbulut boş durmayıp, Gülcan vasıtası ile "Sinan Enişte ile görüşecektim, bu onun numarası, siz kimsiniz, nerdesiniz, yanınız da olabilir mi?" diye beni epey birngırdatıp, hoparlör vasıtası ile konuşmayı dinleyip de eğlenedursun, Sinan Bey'in diğer yakınları arayıp sorguya çekmeye devam etmekteler efendim. Hangisi Akbulut eğlencesi, hangisi gerçek bilmeksinizin büyük bir sabır içerisinde Sinan Bey ile alakam olmadığını ispat etmeye çalışmaktayım.

30 Mayıs 2008 Cuma

Mucize

Sabahını hiç hatırlamak istemeyeceğim (muhtemelen hafızam kayıdını silmeye çalışacaktır, eğer o hafızayı tanıyorsam) bir gündüz. Dilim ağzımın içinde dönmüyorken geçen bir gün, sakin oluş, kabulleniş. Anneannenin durumunun ciddiyetini farkediş, kabulleniş.

Derken banyo sonrası, uyku öncesi çatıda son sigarayı yaktığım an gelen gürültünün köy düğünü değil, bas gitarlı bir konser olduğunu farkediş. "Aaaa, Duman bile çalıyorlar ne güzel" derken, gündüz yapılmış belediye anonsunu hayal meyal hatırlayış, "doğru ya, bir konser vardı galiba. Genç/yeni/palazlanmamış bir grup herhalde, ama güzel de çalıyor keratalar. " deyip, sallana sallana giyiniş, evden çıkış, çıkarken Venüs'ün vıyk vıyk ağlaması ile diyaloga giriş, onu zar zor razı ediş. Arabanın içinde iken kaybolan müzik sesi, bomboş pazar alanı, ellerinde çekirdekleri ile dönüş yolunda insanlar, "tüh bitmiş" diye geri dönüş. Eve varınca çalan telefon: "Ebru! Duman Konseri varmış?!!", "Nası ya?!!", "Valla!!", "Nerde?!", "Meydanda, Muhammed bakkalın ordayım" bu kez manyakça panikle gidiş, bir türlü park yeri bulamayış, bulunca park edemeyiş ve Aman Aman çalarken konserin son çeyreğine yetişmek.
Sen kalk Duman konseri için günlerce evvelden plan yapıp, kmlerce yol tep, Duman gözünün önüne, bis bile bilmeyen köyünün tek meydanına, elinle dokunup, minibüslerine binebileceğin mesafeye gelip konuçlansın farketme.
Neyse.
Mucize bu.
Bence bu akşam, olabilecek tek/en güzel şeydi bu konser.

Mucize."Beni yak kendini yak herşeyi yak..."

29 Mayıs 2008 Perşembe

Dün

Dün Beşiktaş Çarşı'nın acıklı bir basın açıklaması ile kendini fesh ettiğini bildirdiği gündü. Çocukluğuma dair bir efsanenin sona erdiği gün de denebilir.
Lost'un 4. sezon finalinin 2 bölüm olarak oynadığı gündü. Benim ilk kez torrent peşine düşüp de izlemek için çıldırmadığım gün de denebilir.
Dün temizlik günüydü. Günlerdir süren uykusuzluğuma, temizlik vasıtasıyla yenildiğim gündü de denebilir.
Beni hiç tanımadığı halde mucizevi şekilde hissedip anlamış birisinin uzak mesafelerden yaptığı yorumların kalbime temas etmesinin günüydü.
Başka endişeler içerisinde aradığım annemin pırıl pırıl sesi ile açtığı telefona verdiği Cevahir teyzemin; " vallahi buluşacağız diye dün gece heyecandan hiç uyumadım, 51 sene dile kolay değil 51 sene" dediği gündü. Tam 33 yıldır tanıdığım Cevahir Teyzemin, ilk kez ağladığını duyduğum gündü de denebilir.
Hayatı nasıl farklı algıladığımı ve nelerden vazgeçtiğimi farkettiğim gündü. Ümit kırıntılarıma sarılıp ayağa kalkmaya çalışırken yapılmış bir deklarasyonun, konturunun ve sürkonturunun günüydü de denebilir.

Dün, son fırsatların, son uyanışların, son dokunuşların günü değildi. O günü kaçırmışım.

"...dün sabaha karşı kendimle konuştum.
ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
yokuşun başında bir düşman vardı
onu vurmaya gittim kendimle vuruştum. "

Özdemir Asaf

Deklarasyon ve Kontur

Deklarasyon, karşılıklı konuşmalar sonucunda varılan nihai karardır. Kontur, daha yolun çok başında o karara varılırken araya giriştir ve battığında pek de iyi sonuçlara varmayandır, konturla batınca çift batarsınız.

Davetsiz İstihare Hadisesi

Hani bu şamanların cinli kadınları, kızılderili büyücüleri filan var ya. Ben onlardan birisiyim ve sanırım bu genetik bir şey. Rüya haberciliğimiz vasıtasıyla yıllardır anne kız birbirmizden hiç bir üzüntümüzü saklayamıyoruz. Neyse geçenlerde bir dergideki yazısında Elif Şafak konunun altını çizdi de kendimi "mud" karakteriymiş gibi hissetmekten kurtuldum.
Geçen Pazartesi sabahı rüyamın etkisinde uyandım. Anneannem büyük bir hastanenin girişinde sırada bekleyen ciddi insanların arasından sıyrılmış güvenlik görevlisine sızlanıyordu. Ben çıkıştaydım o girişte. İkisi de aynı yere varıyordu. ona çıkışın bağlı olduğu kaydırağı kullanarak yukarı geri çıkmak işstemesinin fayda etmeyeceğini anlatmamı istediler. Hiç istemeye istemeye kaydıraktan kaydım, yanına indim ve oradan çıkamayacağını illa girmek istiyorsa merdivenlere gitmemiz gerektiğini söyledim.
Sabah rüyamı Akbulut'a anlatırken ağladığımda, niye aramadığımı sordu. Cesaretim yoktu, elim telefona gitmedi. Bir kaç saat sonra nihayet arayınca anneannem hasta olduğunu söyleyip ağladı, annemleri aradığımda ise neler döndüğü ortaya çıktı, taksi kapılarının önünde idi ve panik içinde İzmir'den Gölcük'e yola çıkıyorlardı. Şimdi onlar Gölcükteler ve anneannem 88 yaşında bir kadının olabileceği en iyi durumda/durumunun yarıyarıya naz olduğu ortaya çıktı, ben de davetsiz istiharelerimin ruhuma verdiği tahrifattan bıkmış durumdayım.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Söz Dinleyen-Mesafe Dinlemeyen Köpek

"Bekle burda geleceğiz biz" dendiğinde, döneceğinizden emin uslu uslu bekleyen; "konserve hamsi yer bu" denildiğinde, söz sahibini haksız çıkarmayan; babasını 1 deniz mili mesafeden gözüne kestirip, üzerinde bulunduğu yüzer platforma yüzerek ulaşan; babasının ıslığını 1 km mesafeden tanıyıp koşturan velakin babaya 5 m kala el feneri ve ses efektiyle yapılan öcü taklidinden korkup geri dönmeye kalkan; gündüzleri anaokuluna gidip, geceleri sabaha kadar bekçilik eden başka köpek varsa buyursun gelsin: adını Venüs koyacağım.

10.000 BC

Salı akşamımızı işgal etmiş olan bu acaip filmden zaten fazla beklentim yoktu. Şaka olsun, diye bu kadar para harcanmışsa, "Dünyayı Kurtaran Adam" ile uğraşmayı kesmemiz lazım. Tarih üzerine aborjin/kızılderili/Mısır tadında efsanelerin serpiştirilmesi ise, zaten susayım.
İzledik ama, sonuna kadar, güle oynaya merakla. İlk kez bir filmde Nefilim e rastladım. Ayrıca Mısır Piramitlerinin nasıl yapılmakta olduğunu da öğrenmiş olduk, Bu kabulediş açısından enteresan olsa da, film büyük bölümünü katedilen mesafeye inanmaya çalışarak izledim. Kutuplardan kısa bir ılıman iklim geçip yağmur ormanlarına iniyorsun, ordan Afrikaya varıp Nil Nehri'nden doğru Mısıra geçiyorsun. Bunu yürüyerek yapıyorsun, ömür bitmiyor, bir haritayı efsane edip dile düşürmek gelecek nesillere nakletmek aklına gelmiyor.

Into the Wild

Dün akşam gerçek hayat hikayesinin çok satanlar listesinde zirveyi görmüş kitabından uyarlanmış, İstanbul Film Festivalinin pek beğenilen upuzun filmi(tam 2 saat 28 dk), "Into the Wild" ı izledik. Sean Penn bu filmi çekebilmek için ana kahramanın (Christopher McCandless) ailesinden tam 10 yıl boyunca izin beklemiş.

Filmin muhteşem müziklerini, Amerika'nın uç-bucak manzaralarını, belli başlı çekimlerini, finali çarpıcı kılan fotoğraftaki gülüşü, sağlam oyunculuklarını ve diyaloglarının güzelliğini bir kenara bırakırsak, ana kahramanın 42 yi bulduğu an epey acıklıydı. Yola çıkmadan Özdemir Asaf okumuş olmasını diler, yönetmenin bu yolculuktaki her şey bir yana "insan egosunun, yaşam savaşına/arayışına engel olabileceğine" daha bir bastırmasını isterdim. Kahramanın yaşadıklarının etkisi kaçmasın diye, özellikle sert ima ve yorumlar yapmamış olabileceğini düşünüyorum.
Tavsiye ederim.

25 Mayıs 2008 Pazar

HOTEL RWANDA

Çok uzun zamandır "yüreğim kaldırmaz, sırası değil" gibi bahanelerle kenarda bıraktığım bir filmdi. Bugün izledik. 1994 yılında tüm dünyanın televizyonda akşam haberlerinde göz gezdirdiği, BM gücünün minik bir parçasının yerinde seyirci olarak izlediği bir katliamın tekrar seyredelim diye çekilmiş ödüllü filmi. Hakkında Ekşi Sözlük'teki yorumları okudum biraz önce. Bir tanesi temiz:
"basrol oyunculari;
aktor : hutulara malzeme saglayan fransizlar
aktris : tutsi kavramini icad edip ulkeyi bolen belcikalilar
guest star: birlesmis milletler
yapimci : insanoglu
faturayi odeyen: ruanda halki
gorunuse gore bati'dan yardim beklemek absurt cunku olaylari korukleyen iki ulke batida yer almakta. ikisi de ab uyesi. biri, ab'ye baskentlik eden brukseli bunyesinde barindiriyor."
Katliam hakkında güzel bir de yazı okudum, özet sayılabilir:

23 Mayıs 2008 Cuma

Mahmut ile Yezida

İzlediğim en etkileyici tiyatro oyunu, okuduğum en etkileyici destandır.
Yazarı Murathan Mungan, bu şaheserin ait olduğu topraklardandır, Mardinlidir. Küçüklüğünde arabada giderken, yol kenarında birkaç kişinin, etrafında yere çember çizilmiş başka birini taşladıklarını ama garip bir şekilde taşlananın kaçmadığını görmüş, neden kaçmadığını sorduğunda, "adamın bir Yezidi olduğunu ve inancına göre etrafına birileri daire çizmişse daireyi çizen silmeden dairenin dışına çıkmanın inançlarına göre en büyük günahlardan biri olduğunu, bu sebeple çıkamayacağı" cevabını almıştır.
Daha sonraları bu olayı aktarırken "çember, çemberi çizen için komedi, içindeki içinse dramdır, ama eğer biri kendini çember içine almışsa bu trajedidir" demiş, "Mahmud ile Yezida" oyununu bundan yola çıkarak yazmıştır.
Bugün düşündüm de, "etrafına çember çizilip kıskaca alınmışı taşlamak nedir?" buna hiç yorum yapmamış. Düşündüm, ben de yapamadım.

Yengeye "Hoşgeldin" Törenleri





17 Mayıs 2008

Hoşgeldin Yemeği


Geceye damgasını vuran yorumsuz fotoğraflar




18 Mayıs 2008
Hoşgeldin Kahvaltısı
Güne damgasını vuran yorumsuz fotoğraflar

21 Mayıs 2008 Çarşamba

House Md S04E15 "House's Mind" S04E16 "Wilson's Heart"

Çocukluğumdan beri bıkmadan sıkılmadan dizi izlerim. 4. sezon finali olan bu iki bölüm kadar ince dokunmuşunu, ruha dokunuşlusunu hiç izlemedim.
Bir karakter (Amber) bu kadar mı şairane, güzel, dokunaklı öldürülür? bir karakter (Wilson) bu kadar mı çaresiz kalır, sevdiğine böyle mi veda eder? bir karakter (House) bu kadar mı güzel vicdan azabı çeker? Uyuyuşlar, uyanışlar, halisülasyonlar, rüyalar, aralardaki geçişler, Hepsini geçtim, açılış ve kapanış sahneleri.
House o otobüsten inmek istemediğinde, türlü sebeplerden onu anladım, ona hak verdim. zaten türlü sebeplerden onu anlayabileceğimizi/ona hak verebileceğimizi bildiklerinden o sahneyi yazmışlar tahminim. Yani inmeseydi de, dizi bitseydi bile anlayabilirdim.
Hislerime başka kelime bulamadım, sanki House gerçekten yaşıyor, Amber gerçekten öldü, budur.
Helal olsun.

16 Mayıs 2008 Cuma

Sarsala

"Blog"un geçmişinde kalan bir gün olsa da, biraz evvel fotoğraflarına bakıp andığım için, eklemek istedim.
15 Ocak. 2008
Sarsala; kötü yolu sayesinde kötülüklerden korunmuş diğerleri gibi, güzel bir gizlisi Ege'nin.
Plansız, programsız, güzel bir gündü.
Hayatında hiç köpek görmediğinden şüphelendiğimiz bir kedi ile tanıştık; kedi Venüs'e pek aldırmayınca da, epey sıkıntı çektik.
Kanımdaki Antalyalılığa ve Akbulut'la Venüs'ün sohbetindeki içtenliğe dikkatinizi çekerim.


Arabanın bagajında duracak bir piknik sepetim olsun, mümkünse Sarsala da bizim evin önünde olsun istiyorum, bu vesile ile yetkililere selam ederim.

15 Mayıs 2008 Perşembe

11 Mayıs 2008 Pazar

Lost S04E11 "Cabin Fever"

Eh sonunda güzel bir bölüm. Açıklayalım; içinde beş-altı yeni soru, yarım da olsa bir cevap olan ve sonunda "dan!" diye bir gelişme olan bölümlere Lost aleminde "güzel bölüm" deniyor.

-Bu bölüm Sawyer'ın Türkiyede tatilde olduğu arada çekilmiş olsa gerektir. Yetkililere buradan sesleniyorum" Sawyersız Lost mu olur?"
-Adanın haberci rüyalarına hayranım. Dr. Richard Alpert'le ilgili acil bir rüya bekliyorum.
-Tutturdular "kabin de kabin" diye, hadi bakalım.
-Pilota sesleniyorum, birader alsaydın helikoptere Sayid'i Desmond'u, gitseydin. Bu kadar ezik mi olunur?
-Sabırla bekliyorum, ellerinde cevapları bilen adam var(nam-ı diğer Benjamin) bir iki cılız zorlama dışında omuzlarından bi adamakıllı sallayıp, "ne oluyoruz ya, bu ne, şu ne o ne?" diye soran çıkmıyor.
-Ben cesaret edip evi taşıyamıyorum, millet teeey neyse.

Anneler Günü

Bugün, anneler günüydü. Gene bekledim Venüs gelsin kutlasın diye.

Ama nafile.

Kendim kutladım kendimi. Mucizevi insan Sezen Aksu'nun konu ile ilgili bir şarkısı var zaten: "Bu kızı yeniden büyütmeliyim, farkındayım, farkındayım"

Tekila

Tekila adabıyla içilirse mide bulandırmayan, baş döndürmeyen, sevimli bir Meksika içkisidir.
Adabıyla içmek aşağıdaki kurallara uymayı gerektirir:
1. Tekilayi kesinlikle evde için. Dışarıda içmek, hem pahalı olur, hem de rezil olma şansınız yüksek.
2. Sanılan bir çok yöntemin aksine; önce tuzu yalayın, sonra limonu ağzınızda bekletin (limon mümkünse misket limonu olsun), en sonunda tekilayı tek nefeste için.
3. İki tekila kadehinin arasında 10 ila 15 dk lık bir zaman dilimi bırakırsanız, bünyenize göre değişir miktarda 6 ila 12 kadeh arasında tekilayi içip ardından araba kullanabilir, hatta belki alışverişe bile gidebilirsiniz. ("ben yaptim bunu, oldu" diye, sizin de yapabileceğiniz manasına gelmez tabi, zorlamayin boşverin, hem herkesin tekila kaldırma kapasitesi kendine, di mi?)
4. İki tekila kadehinin arasına katiyyen sudan başka bir sıvıyı sokmayın. Tekilayla başlayın tekilayla bitirin, arada "ben bi kahve içeyim" filan olmaz, gelmez böyle oyun bozanlıklara tekila, zira Meksika maçosudur.
5. Tekila içtiğiniz süre boyunca ve aralarda, daima oturur pozisyonda olun.
6. Bünyenizin kaldırdığı son kadehi içtikten sonra fena hissederseniz, direkt gidip yatabilecek gibi olun, yani pijamalarinizi giyin, makyajınız varsa silin, kapınızı bacanızı kilitlemediyseniz, ocakta/fırında yemeğiniz varsa filan, gerekli güvenlik önlemlerini alın.
7. "Margarita", "Tequila Sunrise", "Tequila Boom Boom" gibi Holywoodvari güzelliklere girmeyin, henüz erken. Zamanı gelecek.
8. En önemlisi: tekilanız "Gold" olsun. Aranızdan, tekilayi gayet iyi bildiğini sananlar, "bana bunları anlatma" diye ukalalık edecek olan çıkabilir, olsun varsın. Yaşlandığınızı, saçlarınızın alacabeyazlı, karaciğerinizin yorgun olduğunu da biliyorum. Eee, ama yılda bir gün olsun, tekila vasıtası ile beyninize "reset" atmanın getireceği keyfi/huzuru/sukuneti de gözönünde bulundurun. Göcek'ten bildirdim. (hayir Sierra, El torro, Olmeca ve Jose Guervo 'dan para almıyorum)

(2 yıl evvel yazılmış bir yazıdır.)

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Street Kings

Dün akşam sinemada izledik ama izlemesek de olurdu. Yediğim, patlayıp beklemiş mısırlar bile filmden iyiydi, hayatımda ilk kez film oynarken dışarıya çıkıp mısır aldım, o derece etkileyici bir filmdi yani.
Aslında, kendi para ve zamanımdan çok, filmin çekilmesi için harcanmış para ve zamana acıdım. Böyle eserlerin ardından, emeği olanları yakasından sarsıp" içinize sindi mi ha, sindi mi?" diyecek bir kuruluş, sivil toplum örgütü, ne bileyim kendine getirici bir kurum şart.
Hakkında bu kadar lakırdıyı bile haketmeyen bu filmin Tv kanallarınca çuvalla/kiloyla satın alınan aksiyon filmlerinden tek farkı, silah seslerinin çok gerçekçi oluşuydu. Hemen bu yıl reyonlardaki 4,99luk DVDler arasında yer almasını bekliyorum.

Lost S04E10 "Something Nice Back Home"

Dizinin ikinci sezonunda verdiğim karardı: " Bu dizinin hangi bölümünde başrolde Jack ve Kate ola, o bölüm kuru sıkı ola."
Bir kaç yeni sorunun daha eklendiği ve fakat "kuru sıkı" bir bölüm izledik. Araya sıkıştırayım, Sawyer'ın ağabey tavırlarını seviyorum. Cümleten geçmiş olsun.

Tudor Hanedanı


Geçtiğimiz ay "Elizabeth the Golden Age" ile başlayan tarihe yolculuğum, geçen hafta -"Boleyn Kızı"nı filmini izlemeden kitabını okuyayım- telaşımın ardından, günümüzdeki binbir derdi/derdimi bir kenara bırakıp, 8. Henry İngiltere'sine merak sarmamla sonuçlandı. Fazla sarınca kendimi kraliçe sanıp, avam tabaka ile ilişkilerde vakur tavırlara girdiğim oldu ama şükür, kısa sürdü, "The Tudors" birinci sezonunu da izleyip üzerine cila çekmek suretiyle konuyu kapattım.

Avrupa saraylarındaki ahlaki çöküntüyü, edebiyat ve sinema dünyası çok seviyor. Ben de seviyorum. Modern dünyanın kanla yıkanmış kökenini, böylesine çıplak görmek enteresan çünkü. Aristokratik düzen, mutsuzluklar, aldatmacalar, planlar, entrikalar, cinayetler, değişik zevk ve sefa çatışmaları, beşik kertmeleri, para ve politikaya bağlı mantık evlilikleri. Meraklanıp tarihi gerçekleri araştırınca, suyu çekilmiş ağaç gibi ruhsuz bir kaç satırla yetinmek zorunda kalıyorsun gerçi ama olsun.

Kanımca
1. Evlerden ırak "8. Henry", alemin görüp göreceği en uçkuruna düşkün yönetici olsa gerektir. Bu düşkünlüğü gücü ile birleştirip, o dönem katı din kurallarının sağladığı üç beş kadın hakkını da yıkıp geçmiştir. Heveslerine, korkularına, hırsına ve egosuna bakılınca görülür ki, kesin aslan burcudur.

2."Catherine the Aragon" hem çok sabırlı, hem de çok talihsiz bir kadındır.

3."Anne Boleyn" ilahi adaletin varlığına, kızı 1. Elizabeth ise, genlerden geçen zeka/beceri/acımasızlık/hırs ve arızaların tümüne kanıttır.

4."Bloody Mary" dünyanın en çirkin içeceklerinden biri, aslında içine domates suyu giren tüm kokteyller öyle.

Antalya

Hem iş hem ziyaret, Antalya'ya gidip geldim. Valiz toplamayı açmayı, otobüsle yolculuk yapmayı sevmiyorum, yeri gelmişken tekrar edeyim.

  • Füsun ve Filiz abla sayesinde, sonunda Konyaaltı Plajına bakan o güzel parktaki meşhur "Kokoreççi Hilmi"nin kokoreçini yeme imkanı buldum. Mekan güzeldi, kokoreç güzeldi, çok güzeldi.
  • "Antalya ne küçük bir şehrimizdir." cümlesini destekleyici tesadüfi karşılaşmalar oldu.
  • Antalya'yı "Antalya ne güzel bir şehrimizdir." cümlesini destekleyecek kadar özlemişim.
  • Çok sigara içtim. Eninde sonunda bırakacağım. Kendime hatırlatayım.

26 Nisan 2008 Cumartesi

Lost S04E09 "the shape of the things to come"

Ta başından beri ben delirmiş gibi "Lost Lost" (bkz.lost lost diye nicesine sarıldım) diye dolanırken, arada durdurup, anlat/ne ki o/nasıl/konusu ne? diyenler oldu. Nasıl anlatırsın ki? 4. sezonu takip edebilmek için ilk 3 sezonu özetlememi isteyenler oldu. Özetliyorum: bir ada var bir uçak düşüyor ve ardından "herkesin "LOST"u kendine".

4 sezonun ikinci yarısını dün akşam izledik:
  • Her şeyi bilen Ben her gördüğü kara adamı Türk zannedenlerdenmiş.
  • Adada Sawyer'dan daha delikanlısı yok imiş.
  • Hugo'nun eline bebek çok yakışmış.
  • Filler tepişir, çimenler ezilirmiş. (Filler malum da, bu bölüm itibariyle çimenler Alex, Penelope, hatta Desmond oluyor.)